Sanatçı Söyleşisi: Meltem Şahin
Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Grafik Tasarım okuduktan sonra yüksek lisansını Maryland Institute College of Art’da illüstrasyon üzerine yaptın. Okul sonrası sanat hayatına yön veren deneyimler neler oldu? Yüksek lisans süreci sanat pratiğini nasıl şekillendirdi?
Grafik Tasarım bölümünü birincilikle bitirdikten sonra 1-2 sene boyunca Sabitfikir, Bantmag ve Trendsetter gibi dergiler için illüstrasyonlar yaptım. Bu sırada aynı zamanda Can Yayınevi için de çocuk kitapları illüstrasyonları yapıyordum. Sonrasında Fulbright bursu ile gittiğim Maryland Institute of Art(MICA)’da yüksek lisansımı tamamladım. MICA’ya gitmeden önce esas hedefim iyi bir çocuk kitabı illüstratörü olmaktı. MICA’da okuduğum bölümün tam adı ‘İllüstrasyon Pratiği’ olarak geçiyordu. Bu süreçte illüstrasyonun sadece iki boyutta var olmadığını, GIF, kinetik heykellerin ve oyuncakların da bu pratik içerisinde yer aldığını öğrendim. İllüstrasyon ile ilgili bu yeni bakış açısı hem sanat pratiğimi şekillendirdi hem de beni kendi yarattığım kısıtlamalardan kurtardı.
Önceden yaşamış olduğun şehirlerin üretim hayatına özel bir etkisi olduğunu düşünüyor musun?
Şimdiye kadar Marmaris-Muğla, Ankara, İstanbul, San Diego ve Baltimore’da yaşadım. Üniversite dönemine kadar doğduğum yer Marmaris’te yaşadım. Doğaya saygı duymayı burada öğrendim ve sanatımdaki temel, saf tarafın çocukluğumdan ve Marmaris’in doğasından geldiğini düşünüyorum. Ankara ise entellektüel alt yapımın oluşmaya başladığı yer oldu. Ankara bana düzeni ve araştırmayı öğretti. İstanbul’da ise kaosu, çeşitliliği ve acıyı öğrendim. İstanbul işlerimde iletmek istediğim duyguları derinleştirdi ve işlerin arkasındaki anlamları güçlendirdi. Son olarak Baltimore bana protesto edebilmenin ve karşı çıkmanın gücünü gösterdi, tolerans, kabulleniş ve feminizmi öğretti.
İşlerinde yer alan hareketli figürleri nasıl tanımlarsın? Hareket, işlerinde ne şekillerde yer alıyor?
İllüstrasyonlarımla, bireyleri kendi varoluşlarından uzaklaştırıp, eğlendiren, gerçek hayatın varsayılan görünüşlerini taklit etmeye çalışmayan bir dil yaratmaya çalışıyorum. İllüstrasyonlarımda, hümanist ve hassas bir yaklaşımı olan, belirli bir ırka, sosyal statü, cinsel eğilim ya da güzellik niteleyicisine sahip olmayan figürler yaratıyorum. Karakterlerim renk ve hareketlerinde şen ve oyunbaz görünseler de aynı zamanda sakin ve huzurlu ifadeleriyle havada süzülüyorlar.
Animasyon bir hareket sanatı. İlk olarak animasyon yapmaya başladığımda illüstrasyonlarımın doğasında olan daha naif, kusurlu ve doğaçlama animasyonlar yapmıştım. Çizimlerimdeki bu ‘kusurlu’ tarzı animasyonlarıma aktarmak için hareketi bitmemiş, sanki titriyor ya da kendini inceliyormuş gibi yaratıyorum.
Yarattığım karakterin nasıl hareket edeceğini hayal etmek, karakterle ilgili duygularımı ve fikirlerimi derinleştirmemi sağlıyor. Onu animasyon şeklinde canlandırmak için bu karakterin kişiliğine ve bunun onun hareketlerini nasıl etkileyeceğine karar vermem gerekiyor.
Sanat pratiğine etkisi olan unutamadığın sergi/yolculuk/proje ya da dönüm noktası olarak adlandırabileceğin deneyimler neler oldu?
MICA’da okuduğum sırada NASA’da mühendis olarak çalışan ve MICA’ya konuk olarak gelen Paul Mirel ile tanıştım. Sanat öğrencilerine elektronik ve arduino öğretiyordu. Lisede fen okurken özellikle fiziğe bayılırdım. Paul sayesinde sonunda sanatımı ve bilimi birleştirebildiğim bir yol buldun. Onun dersine katıldıktan sonra benim için her şey değişti, mezuniyet sergim olan “Negative Pleasure”ı bile ondan öğrendiğim teknik ve teknoloji çerçevesinde oluşturdum.
Arttırılmış gerçeklik teknolojisinin işlerinde nasıl bir etkisi var? Bize yarattığın Instagram filtrelerinden ve bunları oluştururken hangi temel kavramlar üzerinde durduğundan bahseder misin?
Akıllı cihazlarla deneyimlenen artırılmış gerçeklik çıplak gözle gördüklerimize yeni katmanlar ekliyor. Gözlemlediğimiz fiziksel dünyaya dijital içerik ve yeni bir bilgi katıyor. Örneğin küratörlüğünü yaptığım “PMS” sergisi bir artırılmış gerçeklik sergisiydi. Sergide, yer alan kadın sanatçılar tarafından hazırlanmış “PMS” hakkında çeşitli posterler vardı. AR teknolojisi sayesinde katılımcı sanatçıların premenstrüel sendroma dair kişisel ve samimi deneyimlerini bu sergide 2 boyutlu poster formatıyla sınırlandırmayıp, çok katmanlı arttırılmış gerçeklik dünyasında da keşfettik. AR, neredeyse başka bir gerçekliği, gizli kalmış bir cevheri ortaya çıkarıyor.
Instagram filtreleri de ilk çıktığında AR teknolojilerini kullanıyordu. İlk Instagram filtremi oluştururken ne kadar heyecanlı olduğumu hatırlıyorum. Bu filtreler gitgide beni felsefi bir şekilde de etkilemeye başladı. Fransız filozof Merleau-Ponty bir ressamın vücudunu dünyaya ödünç vererek dünyayı resimlere çevirdiğini söylemiştir. Bu fikir beni bir sanatçı olarak da etkilemiştir. Bu fikri filtre bağlamında düşündüğümde filtrelerin sanatçılar dışında kullanıcılar için de, onları sanata dönüştürebilen bir imkan yarattığını fark ettim.
Instagram filtreleri kullanıcıya yeni bir makyaj, kostüm, fiziksel özellikler neredeyse yeni bir kimlik veriyor. Sanki içinden seçebildiğiniz yeni kişilikler sunuyor. Bu filtrelerin beni en çok etkileyen yanı ise performatif tarafları oldu. Filtreler onları kullanan insanlar tarafından yaşıyor, onlarsız bir hiç gibiler. Kullanıcının ruh haline, kullanımına ve hareketlerine bağlı olarak sert bir şekilde değişiyorlar. Kısa süreliler ve her defasında yeni bir kullanıcıyla beraber yeniden doğuyorlar.
Sanatçı olarak koleksiyonunu yaptığın objeler var mı?
Son 10 senedir eski kinetik oyuncaklar topluyorum. Bu zaman boyunca kendim de kinetik oyuncaklar ve heykeller yaratmaya başladım. İlk başta mekaniklerini öğrenmek için biriktirirken zaman içerisinde bunları toplamak bir nevi takıntım haline geldi. Sınırlı sayıda üretilen baskı işler toplamaya da bayılıyorum. Baskı işler koleksiyonu yapmaya yüksek lisans mezuniyetim sırasında sınıfımdaki herkes kendi baskı işlerini birbiriyle takas ederken başladım. Gittiğim sanat, çizgi roman ve fanzin festivallerinden de birçok baskı almışımdır.
Görsel sanatlar dışındaki sanatçılarla iş birliği içerisine giriyor musun?
Başkalarının zihinlerindekileri anlamaya çalışmak, kelimelerini görselleştirmek ve sosyo-kültürel kodlamalarımda yer alanları süzgeçten geçirerek görseller yaratmak bana büyük bir zevk veriyor. Hem içeriğindeki iddia ve nüansların önemi, hem de farklı katmanlar oluşturmasıyla resimli kitaplara yazmak ve resim yapmak okuyucunun kitapla ilgili deneyimini derinleştiriyor. Her parça kendini ilk defa gösteriyor olmasa da bariz bir açıklama eksikliği okuyucu kitabı tekrar devraldığında ortaya çıkabilecek yeni sürprizlere vesile oluyor.
Animasyonlarım için Salzburg’da Mozarteum Üniversitesi’nde Çağdaş Müzik üzerine yüksek lisans yapan müzisyen arkadaşım Mert Kocadayı ile iş birliği yapıyorum. Onun müziği benim animasyonlarımı geliştirirken, benim işlerimdeki hareketler de onun müziğini ilerletiyor. Bu işbirliği ile her ikimiz de birbirinin işini bir adım ileri götürebiliyor.
Aynı zamanda mindhood isimli uygulamanın kurucularından birisin. Bu proje nasıl ortaya çıktı?
mindhood, startup’lar için oluşturulmuş bir yetenek geliştirme platformudur. mindhood kurucuları olarak kolektif zekanın karşılaştığımız zorlukların üstesinden gelmenin anahtarı olacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kurum ve organizasyonlar için kendi kültürleri içerisinde büyüme zihniyeti sağlayan ve ilişkilerde insan potansiyelini ortaya çıkaran güven duygusunu geliştiren rutinler inşa etmede onlara nasıl yardımcı olabileceğimiz ele aldığımız sorular arasında yer alıyor.
mindhood’un esas amacı çevremizde deneyimlediğimiz organizasyonel kusurları, insan yaratıcılığını ezen ve toksik ilişkilere yol açan örgütsel kültürü düzeltmek ve insanların tatmin edici işler yapmasına yardımcı olmaktır.
Eleştirel düşünce işlerinde ne şekillerde yer alıyor? “Breaking the Gaze” isimli işinden biraz bahseder misin?
Yüksek lisansım sırasında bir seminer dersi için “Harem’in Haramı; Osmanlı Kültüründeki Erotik Eserler” isimli bir makale yazmıştım. Bu makale 18. Ve 19. yüzyılda haremin Batı’da ve Doğu’da üretilmiş eserlerde ne kadar farklı betimlendiği üzerineydi. Erotizm imgeleri her ikisinde ortak olsa da kullanımları birbirine zıttı. Batı’da harem kadını pasif, baştan çıkarıcı kadın olarak tasvir edilip, izleyiciye yasaklı bir yere girmiş zevki verirken, Doğu’da özellikle Levni ve Buhari’nin eserlerinde kadınlar hareme zorla kitlendiği için değil, kendi kararlarıyla haremde yer alıyor olarak resmediliyordu. Fransız, oryantalist ressam Jean Auguste Dominique’in “Grande Odalique” eseri ise Doğu’nun kadınlarının bir batı fantezisi olarak betimlenişinin mükemmel bir örneği. Resimdeki kadın umursamaz bir şekilde tüylerle toz alırken, omzunun üzerinden erkek bakışıyla izlendiğini bilir bir şekilde, dalgın gözlerle izleyiciye göz gezdiriyor. “Breaking the Gaze”, “Grande Odalisque”’in bir parodisi. Çizimin isminin işaret ettiği gibi kadın bedeninin üzerine gözler koyarak izleyiciyi rahatsız etmek ve bu erkek bakışını kırmak istedim. Bu çizimi oluştururken asıl niyetim, edilgene karşı etken, izlenene karşı izleyen, arzu edilene karşı arzu etmek gibi ikili haz köprülerini kırmaktı. Beyaz erkek egemenliği ile doldurulmuş aydınlanma fikrinin aksine, doğada diyalektik olarak var olduğunu düşündüğüm eleştirel düşünceyi kullandım.
Bize küratörlük deneyimlerinden de bahseder misin? “PMS” sergisi üzerinde durduğun hangi temel kavramlar üzerine oluştu?
“PMS” sergisi 22 kadın sanatçının eserleriyle adet öncesi sendrom üzerine farklı bakış açılarını paylaştı. Kendini arttırılmış gerçeklik sergisi olarak tanımlayan sergi GIF sanatını öne çıkarırken, katılımcılar “PMS Arttırılmış Gerçeklik” uygulamasını indirerek sergideki işlerle benzersiz ve kişisel bir şekilde etkileşime girebildiler. Sergide yer alan sanatçılar A.B.D., Çin, Hindistan, Tayvan, Güney Kore ve Türkiye’dendi.
Amerika’daki yüksek lisans eğitimim sırasında, üniversite düzeyinde öğretim sertifikası alarak 4 farklı derse asistanlık yapmıştım. Öğrencileri sergilere hazırladığım dönemlerde küratörlük deneyimim de gelişti. Küratörlüğünü yaptığım kişisel sergilerin de buna büyük bir etkisi oldu. “PMS” sergisinin konusu, özellikle Amerika’dan Türkiye’ye dönmeden önce orada cinsiyet meseleleri üzerine daha fazla aydınlanmam sonucunda bir ihtiyaç olarak doğdu. “PMS” sergisi kadına şiddet ve tecavüz gibi konularla insanlığın geri plana atıldığı bir dünyada, insanlığın kucaklandığı, kadınlarla bağdaştırılan duygusal değişimlerin, hatta histerinin kucaklandığı bir alana duyulan ihtiyaç ile ortaya çıktı.
Pedlerin siyah poşetlerle verildiği, adet geçirdiğini ailesiyle paylaşan çocukların iyileşmesi için tokatlandığı gibi örneklerin yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu nedenle ben de bu sergi ile farklı krizleri ve kadınların adet öncesi deneyimlediği hormonal dalgalanmaları paylaşmak istedim. Bu coğrafyada neredeyse hiç konuşulmayan bu gibi konular üzerine bir diyalog yaratmak istedim.
Yakın gelecekte deneyimlemek istediğin başka bir alan var mı? Sırada ne gibi projeler bekliyor seni?
4 ay önce karantina ve tecrit ile ilgili korkularımı hafifletmek amacıyla #myquarantinefriend isminde bir projeye başladım. Bu aktivitenin yavaş temposu ve sakinleştirici doğasını göz önünde bulundurarak boncuk dikerek karantina arkadaşımı oluşturmaya başladım. Tamamlandığında gerçek insan boyutunda bir arkadaşım olacak. Karantina arkadaşımla arkadaşlığım yaratım sürecinde başladı ve sonrasında da devam edecek.
Geçen Haziran, 4 farklı dijital sergide yer aldım. Bunlardan biri, Tokyo’da bir galeride ve dijital bir galeride işlerimin yer aldığı Wrong Bienali kapsamındaydı. Bu ayımı işlerimi farklı websitesi ve bloglara göndermekle geçireceğim. Daha da önemlisi tüm sergiler nedeniyle ihmal ettiğim #myquarantinefriend’i Ağustos sonuna kadar bitirmeyi umuyorum.
Şu aralar Londra bazlı online dergi “STAY SOFT” için işler üretiyorum. Karantina boyunca “STAY SOFT” kadın bedeni tarafından deneyimlenen sınırlama, büyüme yumuşaklık ve sertlik kavramları üzerine görsel meditasyon olmayı hedefledi. Bu online dergi ortalama 12 kadının yumuşak kalma fikri ve farklı mecralarla bunun onlar için ne anlama geldiği ile ilgili anlayışlarını keşfeden bir içerik kapsıyor.
“Uyuyamayan Güzeller ve Pamuk Prensler”, sosyal etki odaklı, katılımcı tasarım stüdyosu Incomplit ile yarattığımız, çocukların farklı kombinasyonlarla oynayıp deneyimleyebildiği bir kitap projesi. Çocukların küçük yaştan itibaren kız ya da erkek olmanın ifade ettikleri ilgili öğrendiği stereotipik görüşlerin farkındayız. Bu durumu ve haksız cinsiyetçi klişeleri sert bir şekilde yıkmak için gösterdiğimiz çabalarla, daha kapsamlı ve pozitif bir cinsiyet kimliği ifadelerini desteklemek için bu kitap projesini oluşturduk. Bu iş birliğiyle oluşturduğumuz, kitabın ön satışını Incomplit’in websitesinde paylaşmaktan dolayı çok mutluyuz. Bir atölye çalışmasının meyvesi olarak ortaya çıkan bu kitaba, Incomplit’in “Cinsiyet Eşitliği Bir Hayal Değil” atölye serisinin bu parçası benim tarafımdan oluşturuldu. Kitaptaki tüm çizimler atölyeye katılan çocukların kendi kahramanlarını çizdiği eserler. Kitaptan edinilen tüm kar da çocuk topluluklarına bağışlanacak.
Yaptığın GIF işler ya da animasyonlar içerisinde aklında kalan uzun bir araştırma süreci sonucunda gerçekleştirdiğin bir örnek verir misin?
İşlerimin çoğu kapsamlı araştırmaların sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çoğu çalışmamı yaptığım okumalardan, özellikle estetik üzerine okuduklarımdan aldığım ilhamla oluşturuyorum. Örneğin “Flow” isimli animasyonumu, çoğu araştırmalarımın da doğduğu yüksek lisans eğitimim sırasında yapmıştım. Bu animasyonu Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin “Tragedyanın Doğumu” isimli kitabı, özellikle Apollo ve Dionysus üzerine fikirlerinden esinlenerek yarattım. Apollo, akıl ve rasyonaliteyi simgeleyen, plastik sanatlar tanrısı ve Dionysus ise duygular, sezgiler ve müziği simgeleyen kaosun tanrısıdır. Nietzsche estetik teorisini bu iki arketip üzerinden kurmuş ve özellikle sanatın hoşluk ve taklit yerine, kutupluklar ve gerilim üzerine olduğunu önermiştir. Bahsettiği kutuplaşma düzen(Apollo) ve tutkudur(Dionysus). “Flow”daki ana karakter olan kadın heykeltraş Apollo ve Dionysus'u simgeleyen iki durum arasında bir yolculuktadır. Animasyondaki Apollo dünyasında her şey sert çizgilerden oluşmuştur ve ana karakterin rengi olan pembe dışında başka bir renk yoktur. Buna karşıt olarak, renk ve şekillerden oluşan Dionysus dünyasında ana karakter şeffaflaşır ve doğayla bir olur. Bu iki durum arasındaki yolculukta karakteriyle beraber ana karakterin sanatı da değişir.
Sanat pratiğini ya da sanata bakış açını etkilemiş kitaplar nedir?
Lise dönemi boyunca Taschen kitaplarından, James Ensor, Paul Klee ve Joan Miro’nun sanat kitaplarını almıştım. Bu kitapların beni ve sanatımı tamamen değiştirdiğini düşünüyorum. Yine bu zamanlar Nietzsche, Schopenhauer, Salinger, Sartre, Beauvoir ve Camus okurdum. Beni melankolinin uç noktalarına iterlerdi ve aynı anda acı ve zevk duygusu almak hoşuma giderdi. Üniversite döneminde beni en çok etkileyen iki kitap; Anais Nin’in “The Diary of Anaïs Nin” ve S. Fischer’ın “Camille Claudel” kitabı oldu. Her iki kitap da dişil yanımı keşfetmemi sağladı. Sanatıma nasıl yanaştığım konusunda ise Deleuze, Heidegger, Ponty ve Hegel’in fikirleri çok etkili oldu. En son Vandana Shiva ve Maria Mies’in okurken çok şey öğrendiğim “Ecofeminism” isimli kitabını bitirdim.